Necip Fazıl Kısakürek’in “Zindandan Mehmed’e” adlı şiiri, Türk edebiyatının önemli eserlerinden biridir. Şiir, Kısakürek’in hapishanede bulunduğu dönemde yazılmıştır ve hem kişisel hem de toplumsal mesajlar içerir.
Şiirin Özeti ve Teması
“Zindandan Mehmed’e” şiiri, Necip Fazıl Kısakürek’in oğlu Mehmed’e yazdığı bir mektup niteliğindedir. Şiir, Kısakürek’in zindanda yaşadığı zorlukları, yalnızlığını ve umutsuzluğunu dile getirir. Ancak aynı zamanda Mehmed’e umut ve direniş mesajları da verir. Şiirde, bir babanın oğluna olan sevgisi ve ona olan inancı ön plandadır.
Şiirin Edebi Özellikleri
- Dil ve Üslup: Necip Fazıl’ın kendine has lirik ve duygusal üslubu, şiirin her satırında hissedilir. Dil, sade ama etkileyici bir şekilde kullanılmıştır.
- Simgeler ve Metaforlar: Şiirde zindan, esaret, umut gibi kavramlar yoğun bir şekilde kullanılmıştır ve bu kavramlar üzerinden derin anlamlar işlenmiştir.
Tarihi ve Kültürel Bağlam
Necip Fazıl Kısakürek, Türkiye’nin siyasi ve kültürel olarak çalkantılı dönemlerinde yaşamış ve eserlerini bu bağlamda üretmiştir. “Zindandan Mehmed’e” şiiri de bu dönemin izlerini taşır. Kısakürek, hayatının belirli dönemlerinde siyasi görüşleri nedeniyle hapis yatmış ve bu dönemlerde yazdığı eserler, onun düşünce dünyasını ve yaşadığı zorlukları yansıtır.
Şiirin Etkisi ve Önemi
“Zindandan Mehmed’e” şiiri, Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir ve Necip Fazıl Kısakürek’in en bilinen eserlerinden biridir. Şiir, hem edebi değeri hem de içerdiği insani ve toplumsal mesajlar nedeniyle geniş bir okuyucu kitlesi tarafından beğenilmiştir.
Zindandan Mehmed’e
Zindan iki hece, Mehmed’im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta…
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
Kavuşmak mı? .. Belki… Daha ölmedim!
Avlu… Bir uzun yol… Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli…
Git ve gel… Yüz adım… Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!
Bir âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl, olmazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?
Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil…
Müdür bey dert dinler, bugün ‘maruzât’!
Çatık kaş.. Hükûmet dedikleri zat…
Beni Allah tutmuş, kim eder azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem…
Anlamaz; ruhuma geçti bilekçem!
Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.
Somurtuş ki bıçak, nâra ki tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat…
Yalnız seccâdemin yününde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz mâdem;
Öp beni alnımdan, sen öp seccâdem!
Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin!
Peykeler, duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler…
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger… Beynimi içtin!
Sükût… Kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez dünyadan nazar.
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?
Ses demir, su demir ve ekmek demir…
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelir ki elden, kader bu, emir…
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allaha açık.
Dua, dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…
Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu;
İplik ki, incecik, örer boşluğu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
NECİP FAZIL KISAKÜREK